Mezopotamya'dan Granada'ya İlk Bahçeler

Botanitopya
-
Aa
+
a
a
a

Cennet bahçesi fikri nasıl doğdu? Antik dönemlerdeki tapınaklardan soyluların bahçelerine bitkilerin sunulma amaçları nasıl değişti? Faydalı bitkilerin bir araya gelmesinin ötesinde, sadece estetik kaygılarla düzenlenen bahçe anlayışı ne zaman doğdu? Yabani çiçeklerin “islah” edilmesine neden gerek duyuldu? Bu programda, Mezopotamya'dan Granada'ya bahçe kültürünün kökenlerine değiniyoruz.

Mezopotamya'dan Granada'ya ilk bahçeler
 

Mezopotamya'dan Granada'ya ilk bahçeler

podcast servisi: iTunes / RSS

Süsleme ve estetik kaygıların bir sonucu olarak gelişti bahçecilik ama ondan önce tek bir amacı vardı: İnsanlara ve tanrılara “cenneti” sunmak… “Bilme ağacı” ve “hayat ağacının” olduğu Aden’i sunmak… Kutsal Kitap'ın Yaratılış bölümünde de öyle yazıyor: “Rab Tanrı doğuda, Aden’de bir bahçe dikti. Yarattığı Adem’i oraya koydu. Bahçede iyi meyve veren türlü türlü güzel ağaç yetişirdi. Bahçenin ortasında yaşam ağacı ile iyiyi kötüyü bilme ağacı vardı. Aden’den bir ırmak doğuyor, bahçeyi sulayıp orada dört kola ayrılıyordu.”

Cennet Bahçesi deyiminde olduğu gibi, bahçe için kullanılan semiyotik sözcük “gan”. Arapçada cenne(t) olan sözcük, korumak ve örtmek anlamına gelen “ganan” sözcüğünden türetilmiş. “Etrafını kuşatan ülkeden ve yabancı akınlarından tecrit edilmiş, gözetlemelere karşı koruyucu ağaçlarla gizlenmiş” bir alan…

Bugün “bildiğimiz biçimleriyle” bahçelerin hem mitolojik hem tarihsel başlangıcı Mezopotamya’ya uzanır. MÖ 3000 yıllarında, şehrinin meyvelikleri ve bahçeleriyle övünen Efsanevi Uruk Kralı Gılgamış’tan başlayarak bütün Mezopotamya kralları kurdukları kraliyet bahçelerinde, sık sık törenler ve şölenler düzenlemişler.  Destanlardan anladığımız kadarıyla, ağaçların gölgelediği iç avlularda da çiçekli bitkiler vardır. Tanrıları yüceltmek için meyve sebze yetiştirilen tapınak bahçelerinden de söz edilir.

Bin yıl sonra gelen Asur’da herkesin kullanımına açık büyük bahçelerin olduğunu, Nimrud’da bir bahçeyi sulamak için kanallar yoluyla dağdan su getirildiğini biliyoruz. Asmaların yanı sıra bahçede elmalar, armutlar, ayva, badem ve servi ağaçları vardır. Yerli türlerin yanında, askeri seferler sırasında, fide ya da tohum olarak, başka ülkelerden getirilen türler, çiçekli bitkiler ve çalılar da vardır.

Kral Assurbanipal ve kraliçesinin Ninova’da bulunan meşhur kabartması, onları bahçede akşam yemeği yerken gösteriyor.  Etrafı çevreleyen duvarlar, toplumun hiyerarşik karakterinin de örnekliyor. Tabii bu korunaklı alanlar, egzotik türlerin toplanma alanıydı, ilk botanik bahçeleridir. Yeni ortama uyum sağlaması için egzotik türler bu bahçede, islah ediliyor ve yaygınlaştırılıyordu. Lotus gibi hoş kokulu bitkiler yetiştiriliyor, vücut yağları parfümler üretiliyor ve çiçekler ekiliyordu.

Ve efsanevi Babil bahçeleri de var, ilk çağın bahçeleri arasında… Kutsal Kitap'taki cennet kavramı, Asur ve Babil bahçelerine dayanır. 7. yüzyılda 43 yıl hüküm süren Babil Kralı II. Nebukadnezar (MÖ 605-562) sıla özlemi çeken Pers kökenli karısı için kurmuş bu bahçeleri. Yunan tarihçi Diodorus, Babil’i dünyanın 7 harikasından biri olarak kabul edilmiş ama Babil bahçelerinin gerçekte var olup olmadığını bilmiyoruz. Diodorus gibi bir diğer Yunan tarihçi Strabon da bitkilerle örtülü, basamak basamak yükselen taraçaları tasvir etmiştir. Ulu ağaçları, cenneti sembolize eden süs bahçesi, güçlü iktidarı ve servetin bolluğunu gösteren görkemli asma bahçeleri vardır.

Mısır da bize bahçelerle ilgili çok eski bir geleneği devreder. Sadece eğlenme ve dinlenme amaçlı değildir Mısır’da bahçeler; şarap yapılıyor, meyve, sebze ve papirüs de üretiliyordu.  Mezopotamya’da olduğu gibi, Mısır’da da şehirler ya da kurak çöllerde yaşayanlar için gıda tedarik etmeye yönelik sebze bahçeleri kurulmuş. Ve tabii yüksek duvarlarla çevrili birer bahçesi olan kır evleri ortaya çıkmış. Çölün kumlarından, Nil’in her yıl yükselen sularından ve davetsiz misafirlerden korunmayı sağlayan yüksek bir çevre duvarı, dikdörtgen bir havuz, düzgün bir plana göre dikilmiş ağaçlar; yüzyıllar boyu sürecek bahçe tipolojisinin de ilk örneğini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Asurluların Mısır’ı istilası, Pers egemenliği, ardından da Büyük İskender’in Mısır’ı fethetmesiyle türlerin yayılımı daha da hızlanır. Perslerin gelişine kadar Mısırlılarda az sayıda bahçe çiçeği vardır.  Hint lotusu bile henüz ortalıkta yoktur.

Yunanlara gelince; MÖ 4. yüzyıldan beri bahçelerin var olduğu kanıtlansa bile, dağlık ve çakıllı toprakları, sıcak ve kurak iklimiyle Yunanistan, düzenli bir bahçecilik için asla ideal bir yer olmamış.Yunanlar, tanrıların kutsadığı ve çok sevdiği, el değmemiş, ekilip biçilmeyen Kutsal Koruluk kavramını icat etmişler. Lirik, dinsel bir bahçedir burası, doğanın sömürülmesine dayalı bir tarım anlayışının antitezidir. Hera’nın altın elma bahçelerinden Kral Midas’ın gül bahçelerine, çiçeklerin tanrılar için boy attığı doğal bahçeler bolca vardır Yunan mitolojisinde. Bu doğal bahçeler, “locus amoenus”u, yani doğanın geri kalanından farklı olarak “özel bir mekanın ruhunu”, “büyülü bir yeri” temsil ederler. Gizemli bir kişilik atfedilen ağaçlar da doğal olarak bu mitlerde baş rol oynar.

Gölge veren ağaçlar önemlidir. Gymnasion’ların, yani spor alanlarının, Pazar yerlerinin ve Platon’un Akademisi gibi toplanma mekanlarının yakınına dikiliyordu. Ama Yunan aristokrasisinin Pers ve Doğu’nun süs bahçelerini kopya etmesi ancak İskender’in fetihlerinden sonra gerçekleşmiş. Nişlere ve çeşmelere yerleştirilmiş heykellerin süslediği özel bahçelerin gözde bitkileri gül, süsen, zambak ve menekşe, karanfil, çiçek açan soğanlı bitkiler vardır. Yunanlar doğaya ve bahçelere yalınlık getirmiştir. Agora, tapınak çevresi ve gezinti yerleri gibi şehrin kamusal alanları yeşillendiriliyordu sadece. Başlangıçta sadece çirişotu ve ayıpençesi ekilen mezarlıklar ise daha sonra gerçek anlamda birer bahçeye dönüşmüş.

Roma bahçelerini incelediğimizde, onların, Mısırlıların “merkezi” havuz anlayışını örnek aldığını görüyoruz. Romalılar daha az verimli gördükleri kendi topraklarına kıyasla, yıl boyunca açan çiçekleriyle Mısır’dan etkilenmişler bolca.  Historia Naturalis adlı ilk doğa bilim sözlüğüyle, doğanın kategorize edilmesinin yolunu açan Romalı doğa bilgini ve astronomi yazarı Yaşlı Plinius, o dönemde İskenderiye modasının bir uzantısı olan “garlandomania” / çelenk düşkünlüğünden de bahseder.

O dönemde, Şair Publius Vergilius’un başyapıtı Georgica’da yazdıkları da kır evlerinin yani villaların bahçelerinin gelişmesinde, bir anlamda moda olmasında etkili olmuş. Bu metinler hem ilk çağın botanik bilginleri hem de Rönesans hümanistleri için de birer esin kaynağıdır.

Peki neler var Roma bahçe örnekleri arasında?  Cicero’nun Tusculum’daki villası, İmparator Hadrianus’un Tivoli’deki villası ise birçok Roma bahçesinde olduğu gibi doğal perspektiflerinden,manzaralardan yararlanan düşsel bahçelerdir. Pompei yakınlarındaki Marcus Lucretius villası büyük süs bahçeleriyle aynı genel kurala dayanarak yapılmış: Yerleşim alanındaki doğal perspektiflerden yararlanmak… Mimarinin “bu ödünç alınmış manzarayla” bütünleşmesi gerekiyordu. Mülkün sınırları, tepelerinde birer Hermes başı bulunan sınır taşlarıyla çizilmiştir. Meyve ağaçları kır manzarasıyla ilişki içindedir.. Bahçede kokusu için menekşe, gül ve biberiye, ayıpençesi, sarmaşık ve Romalıların budama sanatıyla akıl almaz biçimlere soktuğu şimşirler vardır.

Tabii bu gösteriş meraklısı sayfiye villaları ve israfa varan aşırılıklar, ahlakçıların tepkisine de yol açmış. Kırsal alanları ve doğal sadeliği öven devlet adamı ve tarım uzmanı Marcus Porcius Cato, doğaya bir övgü olan De agri cultura adlı eserinde bahçelerin yapmacıklığını eleştirir.

Mısır ve Doğu’nun katkıları ne olursa olsun, Yunan ve Roma kültürünün yükselişi çiçek kültürünü de değiştirir. Yunanistan’da heykellerin, Roma’da budama sanatının hakimiyetine giren bahçelerin şekli de değişir; hem yaşamda, hem sanatta hem de edebiyatta hakimiyet kuran çiçek lotus değil, gül olur. Gül edebiyatta çiçeklerin en güzeli, tanrıların memnuniyeti, aşk tanrısı Eros’un yastığı ve Afrodit’in elbisesiydi. Gül hem lüksü, hem hazzın çabuk solan doğasını temsil eder.

Pers imparatorluğu ve İslamın etkisiyle beraber bahçeler değişir. İran Pasargad’daki Keyhüsrev Parkı, Pers imparatorluğunun, etrafı çitle örülü sayısız bahçesinden, cennetlerinden sadece biridir. Geometrik bir plana göre inşa edilmiş bu park, resmi sarayla özel konutu birleştiren, dört tarafı açık yapılardan oluşmuş. Bahçelerde kesme taştan, suyu taşıyan kanallar var. Ayrıca ağaç, çalı ve yeşilliklerin dikili olduğu küçük kare alanlar da ayrılmış.  Burada dam köşkü işlevi gören pavyonlar, hükümdarın evcilleştirilmiş bir doğaya egemen olmasını sembolize ediyor.

Arap akınlarının Pers İmparatorluğunu yenip İslamiyetin 7. yüzyılda yayılmasıyla beraber, akınlarla bu tür bahçeler de yayılır. Arap dünyası, çöl ikliminden sonra peygamberin halka vaat etmiş olduğu cenneti de böylece dünya üzerinde bulmuş olur. Bolca gölgelik, meyveler, pınarlar ve nar ağaçları vardır bu yeni topraklarda. Yaşamı ve umudu müjdeleyen görkemli ve yemyeşil bir cennet… 4 bölümlü bir düzen vardır bu bahçelerde. 4 rakamının simgesel anlamları çok eskilere uzanıyor, birçok kültür için de benzer anlamlar yükleniyor.  Ateş, hava, toprak, su gibi 4 kutsal öğeyi, 4 elementi anlatıyor. İlkçağın Perslerine göre bir haç dünyayı dört bölüme ayırır; merkezinde de bir kaynak bulunur.

Mezopotamya’nın doğal yaşam alanları da dörde bölünmüştü, merkezde bir bina yükseliyordu. Budist ikonografisinde de, sonsuz yaşamı ve bereketi temsil etmek için dört kollu bir nehir şeklinde bir ana motif vardır ve o yinelenir. Öte yandan İslam bahçelerinde de dörtlü bir düzen var. Bahçenin yani çaharbağ’ın merkezinde bir şadırvan olan İslam avlularının kökleri işte bu anlayışa ve dörtlü düzene temellenir. Bu tür avlulara hem basit evlerde, hanlarda, çarşılarda, camilerde ve medreselerde hem de halifenin sarayında rastlanıyordu. Son derece yaygın olan bu plan, tanrı vergisi suyu merkeze almış kapalı bir mekanın birliğini, düzenini, dinginliğini ifade ediyor. İslam bahçesi hemen hemen her zaman dikdörtgen biçimli ve duvarlarla çevrili. O keskin geometriyi de ağaçlar ve alçak bitkiler yumuşatır.

Yunanlar ve Romalılar gibi Araplar da mekanın atmosferini, yüklendiği sembolik anlamları çok önemseyen bir kültür: Bu duyarlılık, mimarinin dayattığı fiziksel sınırları da aşmalarını sağlar. Bu bahçe geleneği Moğollardan Mağriplilere, coğrafi olarak birbirine çok uzak ama  Müslümanlıkta birleşmiş birçok halk tarafından da benimsenir.

16.yüzyıla ait bir İran minyatürü çok eski bir geleneği anlatıyor. Minyatürde Keyhüsrev’in bahçelerini kendisinin tasarladığı, çalışmaları takip ettiği, hatta bahçıvanlarla birlikte çalıştığı anlatılmış. Semerkand’da yaşayan Genç Babür, kendi kurduğu bahçelerin ayrıntılı tasvirlerini de bırakmış. Bir resimde, Babür bahçıvanlarına emir verirken görülüyor. Etrafı çevrili olan bahçede  dört çiçek ve bitki tarhı, geleneksel geometrik şemaya göre yerden yükseltilmiş ve sulama kanallarıyla birbirinden ayrılmış.

Avrupa’daki ilk İslam bahçeleri de 8. yüzyılda, İspanya’nın güneyi ve kuzey doğusunun Araplar tarafından feth edildiği dönemde ortaya çıkmış. Tabii Fatihler süs bahçeleri kurmakla yetinmemişler, engin botanik bilgilerini de beraberlerinde getirmişler. Granada’daki Elhamra ve Cennetü’l arif biliyorsunuz, Mağrip kültür mirasının en göz kamaştırıcı bahçeleri arasında. Bugün de ilgi çekmeye devam ediyor ve gerçek birer cennet manzarası sunuyor.

İşte o dönemde, büyük botanikçi Malekalı (Malaga) İbnü’l-Baytar, Orta Çağ’da botanik bilimini etkileyen insanların başında geliyor. Asıl adı Abdullah bin Ahmed el-Maliki, babası baytar olduğu için İbn-i Baytar lakabıyla ünlenmiş. İbn-i Baytar tıp, eczacılık ve botanik alanlarında çalışmalar yaptı; daha 20 yaşına gelmeden Malagalı botanikçi Ebu Abbas el-Nebati’den botanik dersleri aldı ve hocasıyla birlikte İspanya ve İspanya yakınlarından bitki örnekleri toplamaya başladı.  Kuzey Afrika’da başladığı araştırmalarına Fas, Tunus, Cezayir, Trablus, Antalya, İtalya ve Yunanistan’da devam etti. Gezip gördüğü yerlerdeki bitkileri; yetiştiği beldeyi ve toprağı incelemiş. Botanik bilgilerini derleyp sınıflandırdığı, en büyük eseri Kitab el-Cami'fi el-Adviyye el-Müfredah. Latince’ye çevrilmiş ve 19. yüzyıla kadar Avrupa’da kullanılmaya devam edilmiştir. Eserde, yaklaşık 300'ü tamamen kendi keşfi olan, 1400 farklı bitki ve ilacın ansiklopedik tanım ve tarifleri yer alıyor.

Araplar İlkçağ’ın bilimsel mirasını tercüme etmiş, Asya ve Afrika’dan bitkiler ve tohumlar getirmişler. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasındaki düşmanlık ve savaşlara rağmen bu gelenek yavaş yavaş Orta Çağ Avrupa’sına yayılmış ve Araplar gibi Avrupalılar da Doğu’ya özgü, duyuların hazzına varmaya başlamış. İki uygarlık da artık bahçedeki güzel kokulara değer veriyor, güle aynı derecede sevgi duyuyordu.